10 Ekim 2015 Cumartesi

Küçük Şeyler


Yüreğiniz sıkılıyor değil mi?

Günbegün Ortadoğu bataklığına sürüklenen ülkenizi izliyorsunuz. Toprağın nasıl balçığa dönüştüğünü, dönüşüp nasıl kaydığını, kayarken nasıl parçalandığını görüyorsunuz. Bugün bir fünye daha çekildi işte, Ankara'nın bağrında bir bomba daha patladı, kim bilir kaç can gitti, kaç gencecik insan? 

Hiçbir şey yapamıyorsunuz.
Size katılıyorum. 
Ben de elim kolum bağlı, oturuyorum. 

Dilimin ucuna gelenler var, tutuyorum. 
Siliyorum. Bugünkü kadar sildiğimi hiç hatırlamıyorum. 
Yazacaklarım var, ancak kelimelerimi nefretten bir türlü arındıramıyorum. 

Sonra teslim oluyorum.
Hiç huyum olmamasına rağmen, bela okuyorum. 
Bolca.

Neden diye soruyorum. Hiçbir cevap tatmin etmiyor. 
Her cevabın yerini daha fazla soru alıyor.
Sonunda geriye yalnızca şu birkaç dize ve bolca umutsuzluk kalıyor:

Ah dört yanı sarmış, 
Kana zehir çalmış
Ne çatal diller,
Ne kara yılanlar var.
Yılana sabretsem ne fayda, 
Yaradan'dan ötürü bile olsa 
Sevilmeyesi yaratılanlar var.

Tabi yalnızca bu güne, bu coğrafyaya özgü değil yaşadıklarımız. İnsanların mayası hiçbir zaman sağlıklı olmadı ki... Immanuel Kant'ın saptadığı gibi, insanlığın çürük kerestesinden bugüne dek dimdik ayakta kalacak hiçbir yapı inşa edilmedi. Dünyaya hırslarımızla geldik, çırılçıplak, zır cahil. Ve pek azımız bilgiyle kuşanmayı istedi.

(bense çok şükür bir çula çaputa sarınmayı başaran, fakat maalesef kıçı açıkta kalanlardanım)

Bizim ve bu toprakların makus talihi, kaderimizin gerçekten en bilgisiz olanların eline teslim edilmiş olması... Yetersiz beyin faaliyeti, sıfır gönül eğitimi. Düşünsel alemi alabildiğine uzanan çorak topraklardan ibaret, güç bağımlılığı yüzünden gözü dönüp şirazesi kökten kaymış tipler var başımızda. Öyle tapar olmuşlar bu dünyadaki varlıklarına, sanki hiç gitmeyeceklermiş gibi...

Bunun adı güç bağımlılığı, evet.
Bağımlılığın genel seyrine uygun gelişmiyor mu bütün semptomlar? Sağlıklı bir insan nasıl uyuşturucu müptelasına dönüşür mesela? "Bir kereden bir şey olmaz, hem istediğim zaman bırakırım" derken tek bir meta için her şeyi gözden çıkaracak noktaya nasıl gelir? 

Bu öyle bir noktadır ki oraya varan insan yalnızca kendisine ait onuru, haysiyeti ya da maddi değerleri değil, başkasına ait olanları da hiçe sayabilir. Tanrılaştırdığı nefsi kurban istediğinde gözünü kırpmadan uygular emri. Hepsi yolun sonundaki altın vuruş için.

Örneğin kumar bağımlısı da pek farklı değildir bundan. Hep daha çoğunu isteyen, kaybettiğinden fazlasını kazanma arzusuyla yanıp tutuşan nice insan kendiyle beraber sevdiklerini de kül etmiş, madden ve manen iflasa sürüklemiştir.

Güç bağımlılığı da böyle bir şey olsa gerek. 
Tepemize çöreklenenler, cehaletlerinden gelen zaafla bu çağrıya kolay boyun eğdiler. Kazandıkları güç onları sarhoş etti. Yolun başında inandıkları değerlerin tümü duman altı oldu. Daha fazlasını isteyen nefislerine önce sağduyularını kurban ettiler, sonra vicdanlarını. Benliklerinde verecek bir şey kalmayınca, esir oldukları gücü korumak kaygısıyla, başkalarını kurban vermeye başladılar. Bir ülkenin bağımsızlığı, nesillerin geleceği derken sıra kan dökmeye geldi. Güç koltuğunu korumak uğruna gencecik insanları mayınlara sürdüler.

Bugün başkentimizden göğe yükselen kan ve barut kokusunun müsebbibi, gücün esiri haline gelmiş bu bir avuç insandan ibaret değil maalesef. Yo, bu kadar kolay çözülmüyor denklem. 

Elde var 78 milyon adet bilinmeyen. 
İnsansa yitip giden, o senden bu benden demeyeceksin. 
Suç hepimizin. 
Suç senin. 
Sen karanlığı seçtin.    

Oysa tüm bu karanlığın içinde, ancak iyice ararsan bulabileceğin bir yerde yanıp duran titrek bir ışık var biliyor musun? Dünyayı aydınlatmaya yetmese de senin yüreğini besleyecek, yitip gidene çare olmasa da ümidini diri tutacak bir şeyler... Belki Kant'ı bile yalancı çıkaracak, yükte hafif, pahada ağır gizler... Yaşadığın hayatı anlamlandırmaya yetecek kadar önemli, gözlerini buğulandırmaya yetecek kadar değerli, ama bir o kadar da küçük, çok küçük şeyler...    




1.

15-16 yaşlarındaydım. Bir antrenman çıkışı, karanlık tam çökmek üzere... Sırtımda çantam, Göztepe'de dolmuş yolu üzerinde, kaldırıma yanaşan minibüse yöneldim. Minibüs öyle tıka basa dolu ki ayakta taşıdığı yolcular yüzünden sağ tekerlerinin üzerine hafifçe yatmış durumda. Otomatik kapı açılınca basamak ağzındakiler kapağı patlamış yüklükten fırlayan eşyalar misali boşaldılar dışarı. Ben de bir yolunu bulup içeriye doğru bir adımımı atmıştım ki şoför daha kapıyı bile kapatmadan hareket ettirdi minibüsü. Kapı aralık, benim bir ayağımla birlikte gövdemin yarısı dışarıda, gaza bastı adam! 

Yol kenarına park etmiş araçlara kah belim, kah spor çantam çarpa çarpa ilerledik bir süre. Kapı demirini sıkıca kavramış olmasam çoktan düşeceğim. Atlasam bir türlü, tutunsam bir türlü. Bir 200 metre kadar gittik böyle. 

Sonra içeriden O'nun sesi yükseldi. Kalabalığın içinde, o garip panik halinde seçtiğim simasını bugün bile unutamıyorum. Orta yaşlı bir kadındı, başak sarısı saçlarını topuz yapmış, ince boynunun üzerinde düzgünce toplamıştı. 

Kızarken bile kin yoktu yüzünde, bağırırken bile sesinde nefret yoktu. Siz fazlaca güzel bulmayabilirdiniz, oysa dünyanın en güzel kadınıydı. Çünkü cesurdu. Onca ayı gibi erkeğin arasında ayakta durmaya çalışan o narin haliyle bir zorbaya meydan okudu. 

Sözlerini dün gibi hatırlasam da bir bir neler söylediğini burada aktarmayacağım. Yalnızca şunu bilmenizi isterim, ağzından çıkanlar şoför mahallindeki o öküzü durdurmaya yetti. Attım kendimi dışarı, hala tek parça halinde olduğuma şükrederek. 

Otomatik kapı kapandı, minibüs uzaklaştı, bendeki panik hali yerini pişmanlığa bıraktı. O'na teşekkür bile edememiştim. Biliyor musunuz, o akşam Bostancı'ya kadar yürüdüm ve yol boyunca o kadın için dua ettim.

2.

Askerdeydim.
Bilen bilir, ne gün gün gibi geçer orada, ne gece gece gibi. Bağırıp da sesinizi duyuramadığınız kabuslar olur ya, isteyip de uyanamadığınız... İşte onun gibi, bir türlü hızlandıramadığınız, bir ağır çekim hali vardır zamanın. 

Asayiş Şube'nin gece yazıcısı olunca daha bir yalnız hissedersiniz kendinizi. Alayın yüzde doksanı uykuda, siz düşüncelerinizle -ve harekat merkezindeki ibibik astsubaylarla- baş başa... Bu laneti katlanılabilir kılan tek bir tılsım vardır: İstanbul görevleri! 

İşte bu görevlerden biri gelip çattı bir Kasım sabahı. Maslak'taki İl Jandarma Komutanlığı'na kıymetli evrak götürülecek. Gidiş-dönüş, iki günlük izin tadında bir görev bu. Ancak sağ olsunlar, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin birbirinden kıymetli başçavuşları bu iki günlük sürecin mümkün olan en kısa dilimini ailemle geçirebileyim diye yan görev üstüne yan görev kilitlediler. Bakın abartmıyorum, traş makinesi için Kadıköy'den bıçak sipariş eden de var, yemekhane için Tuzla'dan polietilen kesme tahtası isteyen de. Yetmedi, bölük komutanı devreye girdi; nizamiyedeki süs havuzunun pompası bozulmuş, iteledi giderayak: Al bunu da, tamir ettir! 

İstanbul yolculuğumun gizli öznesi de bu bozuk pompa oldu işte. Diğer bütün işleri kıt kanaat yetiştirip en son Dudullu'da bir ara sokakta buldum pompa tamircisini. Bu kadar şiddetle tavsiye edilen bir ustayı "merdiven altı" tabir edilebilecek bir dükkanda bulmak beni şaşırtmadı desem yalan olur. Dükkan kapısında "Cuma'ya gittim, döneceğim" yazılı bir not var ama saat öğleni çoktan geçmiş, tamirci de yerine dönmüş, çalışıyor. Tamirci dediğim de bildiğin mahalle kıraathanesi stereotipi; ununu elemiş, eleğini asmış duran bir amca. Koca kafasında seyrelmiş saçları, fırça kaşları, yağ pas içindeki tulumu, dolma parmakları... 

Bir süre kalın camlı gözlüklerinin üzerinden süzdü beni. Sonra elimdeki arızalı pompaya kaydı gözleri. Baktı ki benim söze gireceğim yok, o davudi sesiyle "ver bakayım onu" dedi. Verdim. Eline yeni bir oyuncak geçirmiş çocuk gibi meraklı ve mütebessim, evirdi çevirdi pompayı. O makineyi incelerken ben de Kırklareli İl Jandarma Komutanlığı'ndan geldiğimi ve akşam bölüğe dönmem gerektiğini anlattım.

1 saate tamir olur mu abi?
Gidip sonra mı geleyim, yoksa burada mı bekleyeyim?
100 Lira verdiler ama yeter mi?
Olmazsa siz fatura kesersiniz, ben de...

"Oğlum!", diye sözümü kesti, "şu senin telefondan bölük komutanını ara bakayım hele." Numarayı çevirdim, telefonu kendisine vermemi işaret edince uzattım.

"Komtan, alo, bak şimdi senin Memetçik yanımda. Bu pompadan hayır yok sana. Çok eski model, sıfırı bulunmaz. Alan sargısı sipariş etçem, motorunu yeniliycem. He. Sargı anca Pazartesi gelir, öbürsü gün bitiririm, en geç devirsi gün teslim ederim. He. Salı. Bilemedin Çarşamba... Yok, kargo ambar falan bilmem. Gelip teslim alcanız. Beş kuruş da ödemeyin lazım değil. Askerden para mı istenir? Yok. Yok dedim komtan! He. Dur veriyom." 

Telefonu geri uzattı bana. Bölük komutanı hafif bozuk bir ses tonuyla Çarşamba günü dönmemi emretti. Pompa için verdiği 100 TL ile de Nuh Nebi'den kalma Opel'i için dörtlü flaşör düğmesi almamı istedi.

"Emredersiniz komutanım!" dedim. Kafesten salınmış güvercin coşkusuyla kapattım telefonu :)

Amcaya Salı günü kaçta gelmem gerektiğini soracaktım ki "Git karşı kaavede Vasfi Amca'ndan bir çay iç, simit de söyle. Yarım saate pompa hazır" dedi. Size yemin ediyorum, adamı dudaklarından öpesim geldi! Ben öyle gözlerim dolmuş salak salak bakarken o belli belirsiz gülümsedi sadece. Sonra "Hadi çık git oğlum" diye başından savdı beni, "yapacak bidolu işim var."

3.

Bundan yaklaşık 1 sene kadar önce bir Ekim akşamı, 3. sınıfa giden oğlumu almak üzere okula uğramıştım. Bir türlü yerine ulaştıramadığım bir gezi izin formu vardı, hazır okuldayken müdür yardımcılarından bir tane edinip doldurayım dedim. 

Kapısında "müdür yardımcısı" ibaresini gördüğüm ilk odanın kapısını tıklatıp içeri girdim. Kendi öğrencilik anılarımdan bir ön kabul oluşmuş tabi; suratsız, geçimsiz, asabi bir adamla, ya da ilgisiz, sevgisiz, kaknem bir kadınla karşılaşmayı bekliyorum. Oysa ki karşımda sevimli mi sevimli, yüzü güleç mi güleç, çıtı pıtı bir hanım buldum. Mesai bitmiş, yüzlerce çocuğun sorumluluğunu taşıyan omuzlar yorulmuş, hatta belki sinirler yıpranmış... Karşımdaki hanımın yüzünde ise bunların esamesi okunmuyor. Tam tersine, araladığım kapının ardında böylesi bir pozitif enerji yumağı bulduğum için biraz şaşkınım. 

"Üçüncü sınıfların gezi izin formlarından varsa alabilir miyim?" diye sorunca "Ben ikinci sınıflardan sorumluyum ama bir saniye" diye cevap verip dahiliden bir iki telefon numarası çevirdi. Akşam saati; personel evlere dağılmış. Haliyle dahili hattan cevap gelmeyince, bu sefer cep telefonuna sarıldı. "Zahmet etmeyin n'olur, hazırda bişey varsa diye sordum, yoksa düz kağıda da yazarım" dediysem de bana "bir dakika" işareti yapıp aramaya devam etti. 

Yine sonuç alamadığını gördüğümde "kusura bakmayın size yardımcı olamıyorum" sözlerini duymaya hazırladım kendimi. O ise vazgeçmedi. "Ben bir çıkıp öğretmen arkadaşlarıma sorayım" deyip kapıya yöneldi. Ben şaşkın, kalakaldım. 

Odadan hızlı adımlarla çıkıp koridorda kayboldu. Bir ara bir öğretmene seslendiğini duydum, sonra bir başkasına. Sonrası sırlar odası. Tam herhalde başka bir işi çıktı ya da bir yere takıldı diye düşünüp ayrılıyordum ki elinde izin kağıdıyla çıkageldi. Nereden buldu, nasıl buluşturdu bilemiyorum ama gelişi beni çok mutlu etti. İhtiyacım olanı temin etmiş olması değildi beni sevindiren, bunun için gösterdiği samimi çabanın boşa gitmemiş olmasıydı. Elindeki form önemsiz, yüzündeki ifade paha biçilemezdi.

Sonradan öğrendim ismini. Bu sene okulların açıldığı ilk gün, bayrak töreninde yine gördüm Ayşe Öğretmen'i. Bakışlarımızla selamlaştık, yüzünde yine o paha biçilmez, sevgi dolu ifade.

4.

Erkek babaları bilir; yavrunuz 7-8 yaşını devirene dek acil durumlar için arabada 500 ml'lik pet şişe bulundurmak standart prosedür gereğidir. Zira küçük oğlunuzun çişi genellikle duraklama yapmanızın en imkansız olduğu yerlerde bastırır! 

Ömer Kağan da bir yaz günü beni böyle bir durumda yakaladı işte; çevre yolunda tam gaz seyir halindeyken arka koltukta "BABA ÇİŞİM!" diye ani bir gümbürtü koptu. Tabi biraz panik yaptım haliyle, ayağım doğrudan fren pedalına gitti ve sertçe hız kesip çektim kenara. 

Bir yandan da kafamda sorular: 
Bu çiş dediğin Hun ordusu gibi aniden mi baskın yapıyor?
Bunun bir hazırlık safhası, ne bileyim, bir girişi, gelişmesi yok mu?
Neden direkt sonuç?

Bu ve benzeri sorular eşliğinde Nezahat Gökyiğit Botanik Parkı'nın hemen önünde, emniyet şeridinde durakladım. Elimi yolcu koltuğunun arka cebine attığım gibi pet şişeyi buldum. Hem de bir değil, hey yavrum, iki tane! İkisini de kaptığım gibi arabadan inip arka kapıya yöneldim. 

Aynı anda botanik bahçesinin girişindeki kulübeden genç bir adam çıktı ve bize doğru koşmaya başladı. "Hah!" dedim, "işgüzar herif, şimdi burada duraklama yapmanın yasak olduğunu söyleyecek." Genç adam benim 'bir sen eksiktin' bakışlarımın hapsinde arabaya doğru yaklaşırken ben arka kapıyı açıp Ömer Kağan ve pipisiyle karşılaştım. Ön prosedürleri tamamlamış, hazır kıta kerata! 

Pet şişeyi yerleştirdiğim gibi limonata imalatı başladı. Bu esnada arabaya ulaşan görevli yanımızda durup bir süre etkinliğe gözlemci olarak katıldı. Sonra "o şişe yetmeyecek galiba" diye işaret etti. Bakışlarımı şişeye geri çevirdiğimde adamın haklı olduğunu gördüm. "Oğlum" dedim, "birazdan şişeyi değiştirmem gerekecek. Sana dur dediğimde çişi kes!" 

İmkansızı istediğimin farkındaydım. Oğlum da bunu teyit edercesine umutsuzluk dolu bir ses tonuyla cevap verdi bana: "Denerim baba." Şişe hızla dolar ve büyük final tüm heyecanıyla yaklaşırken kapı görevlisi bizi seyretmeyi bırakıp koşar adım kulübesine doğru uzaklaştı. 

3... 2... 1... DUR! Işık hızına yakın bir süratle şişeyi değiştirsem de maalesef bizim miniğin frenleri tutmadı. Birkaç damlaya hazırlamıştım kendimi. Gel gör ki aslan oğlum bununla yetinmedi; sağ bileğimden omzuma kadar ıslattı beni. Dur demiş olmasam duş alacakmışım demek ki!

Kafamı kaldırıp önce yeni şişeye devam eden oğluma, sonra da sırılsıklam omzuma baktım üzüntüyle. Sonra kapı görevlisini fark ettim. Adam arabayı durdurduğum yerin 10 metre ötesine bir üçgen reflektör bırakmış, elinde ıslak mendillerle bize doğru geliyordu. Bizim minik, ağlamaklı, bir yandan özür diliyor bir yandan da ikinci şişeyi doldurmaya devam ediyordu.

Ben hayretle "ne içtin be çocuk?" diye düşünürken adam mendilleri uzattı. "Geçmiş olsun" dedi, "ikinize de!". Güldük. Çiş bitti, şişeleri kapaklayıp kaldırdım. Sonra mendillerle kolumu temizlemeye çalıştım, ama oğlum sağ olsun biraz cömert davranmış olduğundan yüzde yüz hijyende muvaffak olamadım. 

Görevli, yol kenarındaki dolu şişeleri aldı, biraz önce bırakmış olduğu üçgen reflektörü de kaldırıp bizi parkın içine davet etti. 

"Aracınızı benim kulübenin dibine bırakabilirsiniz. Şuradaki bahçenin dibindeki muslukta kolunuzu güzelce yıkarsınız. Kağıt havlumuz var, güzelce kurularsınız. Çocuk da üzüldü yazık, biraz kuş lokumu verebilir miyim?" 

Ben adamın yüzüne şapşal şapşal bakarken o dönüp parkın girişine ilerledi ve bizim için kapıyı açtı. Arabayla içeri girdik, kolumu güzelce temizledim ve kağıt havluyla kuruladım. Lokum ikramının ardından adamla el sıkıştık ama ayrılırken "teşekkür ederim" sözleri -belki yetersiz geldiğinden- çıkmadı ağzımdan. Onun yerine içtenlikle "Allah razı olsun" dedim adama. "Cümlemizden" deyip ekledi: "Daha az sıkışık bir zamanınızda parkımızı ziyarete de bekleriz. Hem çocuklar için çok güzel oyun alanlarımız var." 

Parkı ziyaret ettik ama aylar sonra, birkaç aile, çoluk çombalak şekilde. Eylül ayıydı ve doğa sonbahara çalmasına rağmen botanik parkı çok güzeldi. Çocuklar oyuna daldığı bir anda parktan uzaklaşıp girişteki kulübeye yöneldim. Oradaki görevliye yaklaşıp "Haziran ayında burada başka biri vardı, şimdi girişte göremedim, hangi saatlerde burada bulunur acaba?" diye sordum. 

Biraz tasvirin ardından görevli kimi kast ettiğimi anladı. "Naim'i Emirgan Korusu'ndaki Pembe Köşk'e aldılar" dedi. Adamcağız her gün Sarıyer'den 1,5 saatte geliyormuş botanik parka. Şimdi yeni görevinde çok mutluymuş, hem de daha iyi kazanıyormuş. Bu habere öyle sevindim ki! Gözlerimin nemlendiğini karşımdaki insana çaktırmamaya çalıştıysam da bunda başarılı olduğumu sanmıyorum. Gülümsedi ve "Biliyor musunuz" dedi, "Naim'i ilk soran siz değilsiniz." Ben de aynı tebessümle "Son soranın da ben olacağımı zannetmiyorum" dedim, "görüşürseniz selamlarımı iletin lütfen". 

Çocukların yanına döndüğümde koşturmaktan biraz yorgun düştüklerini gördüm ve onları çevreme toplayıp birkaç ay önce yaşadığımız çiş macerasını anlattım. Çok güldüler ama benim için önemli olan onları eğlendirmekten ziyade gönüllerine birer "Naim tohumu" ekmekti. 

5.

Dilenciler her yerde. Bir de bu aralar bizimkiler bize yetmezmiş gibi fazlasını ithal ediyoruz. Daha dün, köprü dönüşü ilk çıkıştan Ataşehir'e kadar o yoğun trafikte onlarcasını gördüm. Küresel güçlerin Suriye'deki yapboz oyununda perişan olmuş, evini barkını terk edip tanımadıkları bu memlekette dilini dahi bilmedikleri insanlardan para dilenen aileler... Bu insanlara her seferinde bir şeyler vermeye çalışıyorum, çünkü onlar "organize" çalışanlardan ayrıdır; onlar yol kenarını değil, yol kenarı onları seçmiştir. 

Bizim halktan yanında çocukla dilenen tiplerin ekseriyetinde ise aynı yapmacık yüz ifadesi, aynı standart ses tonu vardır. Bunlara hiçbir şey vermediğim gibi bir de ters ters bakarım: Çocukları istismar malzemesi yapanlar yalnızca öfke koparabilir benden. 

Tek başına dilenen (dilendirilen) çocuklar ise gerçekten burkar içimi... Trafik ışıklarında ellerinde selpakla kapınıza varan, koşa koşa gelip ön camınızı temizlemeye girişen kader kurbanları... İçim içimi yese de, dolaylı yoldan çocuk istismarını desteklemek anlamı taşıyacağı için bu yavruları da geri çeviririm. Daha doğrusu, çevirirdim. 

Bir gün bir arkadaşım ilk duyduğumda bana saçma gelen bir öneri koydu ortaya: Dilenci çocuklara para yerine şekerleme vermek. Dişlisi oldukları çarkı beslemeden bu çocukları sevindirmek... Mümkün olabilir miydi? 

Denedim. 
Aslında her zamanki maymun iştahlı halimle bir sürü gofret alıp hepsini kapı cebine yığdım ve -sanırım fikre pek de inanmadığımdan- uzunca bir süre orada unuttum! Birkaç gün sonra iş yerine gidiş yolu üzerinde bir trafik ışığında aracıma bir "çingan kızı" yaklaştı ve benden standart "bozuk param yok" cevabını aldı. Kız titiz bir göz taramasının ardından kapı cebindeki endorfin yumağını fark edip "o zaman çuklat ver!" demese gofretler aklıma bile gelmeyecekti. 

Kendime kızıp gofretlere uzandım ve bir tanesini kıza verdim. "Bitane daha ver, kardeşime" dedi ve refüje oturmuş, burnunu karıştırıp duran ufaklığa işaret etti. Bir tane daha verdim. O zaman yüzünde beliren o masum gülüş hazırlıksız yakaladı beni. Karşımdaki "çingan" ya da dilenci değil, her şeyden önce çocuktu. Ve her şeyden önce bir çocuk gibi sevindi. 

"Sağol abi" dedi elini yarı aralık camdan çekerken. Bu alışılmadık tablonun fikir ressamını hatırlayıp "Sağol Ebru" dedim kendi kendime. O günden sonra ne zaman o trafik ışığına yaklaşsam iki gofreti hazır ettim. Her seferinde kız bana, ben de Ebru'ya teşekkür ettim. Zamanla aramızda bir muhabbet gelişti, hatta 8 kişilik ailesiyle tanışmaya bile vardı :)

Tabi her hikaye mutlu sonla bitmiyor. Para isteyip de yerine gofret verilince bozulanlar, hatta geri fırlatıp tam alnımdan "headshot" yapanlar olmadı değil. Ama çocukların çoğunluğu o kısacık an mutlu oldu. 

0,50 liralık birkaç lokmanın bile bazen bu dünyanın zalimliğine kalkan olabileceğine inanır mıydınız?

6.

Bir adam var Yedpa Ticaret Merkezi'nde. Düne kadar ismini bile bilmediğim bir garip adam, ekmek peşinde yolları arşınlayan, kapıları aşındıran... Bisküvi almaya uğradığım büfede de görüyorum onu, yemeğe çıktığım lokantada da...
 
"Abi dünden artan ekmek var mı?"
"Ahmet kardeş, bayat peksimet kaldı mı?"

Sorarken öyle mahcup ki, onu her görüşümde içim acıyor. Sorduğu kişiler de belli ki aynı şeyleri hissediyorlar; hemen tereddütsüz bir şeyler uzatıyorlar adama. Yarım bırakılmış çubuk kraker, yere düşmüş tost ekmeği, siyah torbaların içinde bayatlamaya yüz tutmuş birtakım gıda maddeleri... 

Adam ne zaman yanımdan geçse üzerine sinmiş kokudan genzim yanıyor. Nerede yaşar bu adam? Kimi kimsesi var mıdır? Açtır belli, peki açıkta mıdır? Ben bugün sorarım yarın öğrenirim derken adam baktı ki olmayacak, tuttu ayağıma geldi! 

Dün işin en yoğun saatinde "Pardon, Umut Bey'le görüşecektim?" diye kafasını uzattı kapı aralığından. Sesinde o mahcup tınıdan eser yoktu. Kılık kıyafet de bir farklı.

"Buyrun benim" diye cevap verince emin adımlarla yaklaşıp oturdu karşıma. 
"Komşuyuz biz" dedi, "adım Cem."

Memnun oldum. Ama aklım karıştı. Tarz, tavır farklı adamda. Kokmuyor hem? Ben "büyük bir benzerlik olmalı" diye içimden geçirirken Cem girdi söze, kendi arabası için bir parçaya ihtiyacı olduğunu anlattı. Fiyata baktık, stokları kontrol ettik derken "Benim şirketin fatura detaylarını vereyim" deyip kartvizitini uzattı.

Ben karmakarışık kafayla yolcu ettim adamı. Hemen ardından da soluğu büfede aldım:
- Ahmet, olm senden bayat yiyecek falan alan bi adam var hani, üstü başı dağınık, böyle gariban bi tip. Adı ne onun?   
- Cem, abi.
- Ama?..
- Gerçi Cem'i kullanmıyoruz. Kuşçu diyoruz hep.
- Kuş mu satıyor? (dumurdan saçmalamaya başladım)
- Haha! Yok be abi, besliyor. Onun 4 katlı bi dükkanı var C Caddesi'nde. Terasını görmen lazım.

Kesinlikle. Görmem lazım. 

"Ama saat 5'ten sonra git. O zaman kıyafetini falan değiştirir, bikaç dükkandan mama toplayıp sıcak suda onları yumuşatır, kaselere dağıtır. Çuval çuval kuş yemi var deposunda, şöyle bir baktığında terastaki nüfus ne kadarıyla doyar hemen bilir."

Ahmet'in tavsiyesini tuttum. Cem'e kesmiş olduğumuz faturayı kaptığım gibi saat 5'te işyeri kapısına dayandım. Çoktan üstünü değiştirmişti. "Ooo Umut Bey hoşgeldiniz, ben de tam yavruları beslemeye çıkıyordum" diye karşıladı beni. Kendisine katılmam için davet etti ama aslında davete pek de gerek yoktu; meraklı kedi gibi nasılsa takılacaktım peşine :)

4 kat merdiven tırmandık, boydan boya cam kaplı bir teras katına ulaştık. O terasa adım attığım günü hayatım boyunca unutmayacağım. Sessizliği bir anda bozan onlarca kuşun cıvıltısı, dört bir yanımda kanat çırpıntısı... O kuşların her birinin tek bir insanla kurmuş olduğu sevgi bağı...

Her birini tek tek tanıdığını söyledi Cem. Ama hiçbirine isim koymamıştı. Hepsine "Kuş!" diye hitap ediyordu. 
"Bunlar özgür canlılar" dedi bana, "özgür kalmalılar."
"İsimler, ayrım yaratır. Ayrım varsa özgürlük yoktur."

Dün ben insandım, Cem garibandı.
Bugün Kuşçu'yu tanıdım. Meğer ne garibanmışım.

7.

İçinde yer aldığımız ticaret merkezinde yaklaşık 3000 iş yeri var. Bunların çoğu otomotiv üzerine faaliyet gösteriyor. Destek hizmetler maalesef azınlıkta; kargo firması kıt, yemek için fazla seçenek yok, ve tabi kırtasiye... Acil ofis ihtiyaçları için bunca iş yerinin başvurabileceği kaynak sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Haliyle kıymete binen kırtasiyeci de bir nevi seçkin zümre haline gelmiş oluyor. Gerçeklerse acı. Bakıyorsun, telefonu Arapça ilahiyle çalıyor, ama adam kalpazan. Her türlü alavere dalavere, sahte ürün, çarpık hesap bunda, ama saygı göstermek zorundasın çünkü alternatifin yok. Biri hariç: Kemal Amca. 

İlk bizim plasiyerlerden biri keşfetti onun işlettiği küçük dükkanı. Fiyatları pahalı diye karşı çıkar gibi olduk ama personelimiz oradan alışveriş yapmakta ısrar etti. Haftada bir kapıya dayanıp nakit ödeme alamazsa doğum doktoruna sövülmüş gibi bozulan tiplere tezat, onbeş günde bir uğrardı Kemal Amca. Her seferinde güler yüzlüydü. Bir kez olsun, bir kez yahu, somurttuğunu görmedim! Ne zaman ofise adım atsa bizde hemen bir çay söyleme refleksi, hep bir naif mutluluk. 

O tahsilata geldiğinde ne yapar eder, boş çevirmezdik. Yalnızca bir seferinde gafil avlandık. O gün ilk kez nakit açısından hazırlıksızdık. Biz bir şey çıkaramayınca zerre solmadı tebessümü. Ama gözlerine baktığımda o paraya gerçekten ihtiyacı olduğunu hissettim. "Amca kusurumuza bakma, yarın halletsek olur mu?" diye ricada bulundum. "Yok yok, acelesi yok." diye elini salladı.

Ödemeyi en kısa zamanda ulaştıracağımızı söyleyip uğurladık Kemal Amca'yı. Ertesi gün, onu ilk seferinde keşfeden plasiyer arkadaşımızdan rica ettik ve eline parayı tutuşturup Amca'nın dükkanına yolladık. Elinde parayla döndü; kapalıymış dükkan.

İki gün sonra tekrar denedik. Yine kapalı.
Üçüncü gün gönderdiğimiz arkadaş yüzü allak bullak geri geldi. 
Zorla konuştu: "Kemal Amca ölmüş." 

Donduk. Bir yirmi dakika kadar, öylece kaldık. O yirmi dakika boyunca çevremizde dönüp duran dünyayla tek bağıntımız Kemal Amca'nın tebessümüydü. Öyle suspus, onu düşündük. Es kaza birimizin ağzından bir söz dökülse peşinden hıçkırıklar boşanacaktı, eminim. Cesaret edemedik.

Tabii ki akıp giden zaman Kemal Amca'yı bir acıdan bir anıya dönüştürdü bizler için. Ama onu ve ona olan borcumuzu hiç unutmadık. Hesap defterindeki bakiye değil, sadece birkaç kelimeydi bizden alacağı. Onbeş günde bir, takım elbisesiyle kapıda beliren o tombik güleç adama hiç söyleyememiştik onu görmenin bizi ne kadar mutlu ettiğini. 

Yani, işte tam olarak böyle. Küçük şeyler. Bir tebessüm kadar minik, kuş yemi kadar hafif, bir telefon görüşmesi kadar basit şeyler.Bu şeyler, başkalarının kör düzenine dur demeyecek belki ama kulak verirsen eğer, senin dünyanı değiştirecekler.

1 Kasım 2015'te bir genel seçim daha geçirecek ülke. Sonuç ne olursa olsun, haklı olan değil güçlü olan kazanacak (gücün kaynağının meşru olup olmaması zerre önemli değil). Yine de korkutmasın gözünü, kirişleri çoktan çatlamış bu insan yapısı, çökmeye mahkum bu medeniyet binası... Çünkü sahneyi sen tasarlamasan da hangi rolü oynayacağına sen karar verebilirsin.

En az üzümün üzüme baka baka kararması kadar kötü de iyiye öykünür. Bu yüzden, içinizdeki o küçük şeylerin ışığına inanın ve o ışığı yaymakta kararlı davranın: 

1. Gözlerinizin önünde biri haksızlığa uğruyorsa cesur olun ve onun yanında durun. Zorba, korkudan beslenir. Böylesi semirmesi, biz korktuğumuz ve bunca haksızlığa rağmen sustuğumuz içindir. 

2. Kendinizi karşınızdakinin yerine koymayı öğrenin. Çok ince düşünmenize, çok zahmete girmenize gerek yok; "ilkokul terk" seviyesinde bir empati yeteneğiyle bile genç bir jandarmaya 5 günlük özgürlük armağan edebilirsiniz :)

3. Çalışkan olun. Hatta bazen görev ve sorumluluk alanınızın dışına çıkmaktan çekinmeyin. Çabanızda gerçekten samimi olursanız hem kendinize hem de çevrenize değer katarsınız.

4. Ne kadar garip (!) görünürse görünsün, yardımsever olun. İnsanların birbirinden "günaydın"ı bile esirgediği bir dünyada, koluna çiş bulaşmış bir babaya destek olmak kulağa mantıklı gelmese de kalbe çok iyi geliyor :) İyilik yap denize at derler ya... Bilsinler, deniz unutmuyor.

5. Pozitif düşüncede üretken olun ve çekinmeden bunu yayın. İlk başta saçma gibi duran bir "gofret tarikatı" düşüncesi bile bir de bakmışsınız her trafik ışığında kendine bir mürit bulur olmuş ;)  

6. Canlıları sevin. Balkonunuzda botanik bahçesi olmasına misafirleriniz anlam veremesin. Komşularınız size "kedili kadın" ya da "deli kuşçu" desinler. Varsın onlar bilmesinler, belki sizden öğrenirler.

7. Gülümseyin. Ufak hesaplar, gündelik telaşlar, gözlerinizdeki tebessümü alıp götürmeye yetmesin. İnanın, o tebessüm siz göçüp gittikten sonra yaşamaya devam edecek bu dünyada. 

Ve belki uzun yıllar sonra, yabancı bir diyardaki bir dağ yolunda, arabasını sağa çekecek dağ gibi biri. Küçük, çok küçük bir şeyi hatırlayıp hüngür hüngür ağlayacak, küçük bir çocuk gibi.

7 yorum:

  1. kan deryasına dönmüş ülkemin böyle iyi insanlar ile dolu olması ve sayılarının hiç azalmaması dileğiyle

    YanıtlaSil
  2. Bugün böyle bir yazı okumaya çok ihtiyacım vardı, teşekkürler

    YanıtlaSil
  3. Eline , diline, yüreğine sağlık.

    YanıtlaSil
  4. çok beğendim çok güzel. keşke herkesin ruhu sizin gibi olsa...

    YanıtlaSil
  5. Uzun zamandır okuduğum en iyi yazı buydu. Günüme umut oldu.

    Ulaşmayı denedim ama beceremedim ; 1 yesil uzaktayım.

    https://eksisozluk.com/biri/zipirmario

    YanıtlaSil